Eylül 1922'de Hüseyin Cahit Yalçın'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.
İşte Harf Devriminin olduğu günkü gazete.. Son günün ve ilk günün sayfaları...
*********************************************************
28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu. Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı.
***********************************************************
8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi. Harf Devrimi Kanunu 1 Kasım 1928'de 1353 sayılı "Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun" Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun ana maddeleri aşağıdaki gibiydi:
********************************************************
İŞTE O KANUN
Kanun Numarası: 1353
Kabul Tarihi: 01.11.1928
Madde 1 - Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut [ekli] cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.
Madde 2 - Bu Kanunun neşri tarihinden itibaren Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.
Madde 3 - Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin Devlet muametına tatbiki tarihi 1929 Kanunusanisinin [Ocak ayı] birinci gününü geçemez. Şu kadarki evrakı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilamların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziran iptidasına [başına] kadar eski usulde yazılması caizdir. Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyet ve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.
Madde 4 - Halk tarafından vakı müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanunuevvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle mevkut, gayrı mevkut [süreli, süresiz] gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
Madde 4 - Halk tarafından vakı müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanunuevvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle mevkut, gayrı mevkut [süreli, süresiz] gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
Madde 5 - 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
Madde 6 - Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire müesseselerinde kullanılan kitap, kanun, talimatname, defter, cetvel kayıt ve sicil gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 7 - Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
Madde 7 - Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
Madde 8 - Bilümum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harflerinin tatbikı 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçemez. Şukadar ki halk tarafından mezkür müesseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vakı olduğu takdirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter, cetvel, kataloğ, nizamname ve talimatname gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 9 - Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu [basılı] kitaplarla tedrisat [öğretim] icrası memnudur [yasaktır]. Özetle yasa, resmi ve gayrıresmi her türlü yazışmada yeni yazı kullanımını zorunlu kılıyor (md. 2), eski yazıyla süreli ve süresiz yayınları yasaklıyor (md. 4-5) ve okullarda eski yazı öğretilmesine yasak getiriyordu (md. 9).
1929'da ilk ve orta dereceli okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. 1930'da imam-hatip okullarının ve 1933'te İstanbul Darülfünun'una bağlı İlahiyat Fakültesi'nin kapatılmasından sonra, Türkiye'de yaklaşık 40 yıl boyunca hiçbir resmi ve özel yasal çerçevede eski yazıyla Türkçe eğitimi verilmediği anlaşılmaktadır. Üniversitelerin edebiyat ve tarih bölümlerinde de bu dönemde eski yazı resmen müfredatta yer almadı. Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Arapça ve Farsça kürsüleri var olmaya devam ettiyse de, bunların öğrenci sayısı üç-beş dolayında kaldı.
*********************************************************
“BAŞÖĞRETMEN”İN ÖĞRETMENİ
*********************************************************
“BAŞÖĞRETMEN”İN ÖĞRETMENİ
Tabii bu arada doğal olarak hekes bu devrimin mimarı Mustafa Kemal’in, bu harfleri nasıl öğrendiğini merak ediyor.. "Başöğretmen" yakıştırması yapılan Mustafa Kemal ise, bu harfleri ilan etmeden 2 ay önce öğrenmeye başlamış ve nihayet 4 Ağustos’ta tam anlamıyla sökmüştür. Mustafa Kemal harfleri öğrenir öğrenmez de ilk mektubunu İsmet İnönü'ye yazmıştı. Mustafa Kemal’in hocası yani bu harfleri ilk ona öğreten da Selanik kökenli bir Avukat olan İbrahim Necmi Dilmen (d. 1889, Selanik; ö. 1945, Ankara)’dir. Milliyet gazetesinde çıkan harf devrimini destekleyen yazıları nedeniyle Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya çağrılarak kendisine Ankara Müzik Öğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nde edebiyat öğretmenliği verilmiş, Türk Dil Kurumu kurucuları arasında yer almış, kurumun genel yazmanlığına getirilmiştir. Dil devrimi konusunda gösterdiği çabalar nedeniyle Atatürk tarafından kendisine "Dilmen" soyadı verilmiştir. 1935'ten ölene kadar Burdur milletvekili olmuştur.
Harfler henüz oturmamış, "kazım" "khazım" şeklinde yazılmış...
*******************************************************
Harfler henüz oturmamış, "kazım" "khazım" şeklinde yazılmış...
*******************************************************
İNANILMAZ KELİMELER UYDURULDU
Geoffrey Lewis, Oxford Üniversitesi’nden emekli Türkçe profesörüdür. İngiltere’deki Türkçe çalışmalarına ve Anglo-Türk dostluğuna yaptığı katkılardan dolayı 1999 yılında sırasıyla St. Michael ve St. George kolejlerince mükâfatlandırılmıştır. Kendisi, “dil devrimiyle” alâkalı olarak geniş bir araştırma mahsülü olan “Trajik Başarı, Türk Dil Reformu” isimli kitabın yazarıdır.
Kitabında, Türk Dil Kurumu, Teknik Terimler Komisyonu danışmanı olan Nihad Sâmi Banarlı 1949 yılındaki Altıncı Kurultay’da vuku bulan ama zabıtlara geçmeyen bir hâdiseyi anlatır. Üyelerden yeni teknik terimlerin oluşturulmasına hâkim olacak olan prensipler hakkında bir soru gelir. Soruyu takiben meydana gelen sessizliği, Dilbilim ve Etimoloji Komisyonu’nun başkanı Saim Ali Dilemre bozar. Dil doktoru değil ama cana yakın bir tıp doktoru olarak, sessizliğe daha fazla dayanamamıştır. “Arkadaşlar, kemküm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktu; uyduruyorduk!”
Yabancı (Arapça, Farsça) kelimelerden kurtulmamız lâzım diye, o dönemde Güneş Dil Teorisi adına yapılanlara bir göz atalım:
Dil ve gramer ihtisası olmayan Yusuf Ziya Ortaç, ‘Afrodit’ kelimesinin aslını, Arapça ‘avrat’ (avret) kelimesinde bulmuştu. Yusuf Ziya’ya göre güya öztürkçe olan avrat kelimesinden birileri ‘Afrodit’ (Aphrodite) kelimesini türetmişti... Böylece Güneş Dil Teorimiz ispatlanmış oluyordu.
Anayasa profesörü Ali Fuad Başgil hatıralarında diyor ki: “Hiç unutmam, 1935 yazında bir gün, Ada vapurunda rahmetli Eskişehir Mebusu Yusuf Ziya Hoca ile buluştuk. Ankara’dan geldiğini ve beş yüz sayfalık bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dâir diye sordum. Arapçanın Türkçeden çıkma olduğuna dâirmiş. Bir de misal verdi: ‘Firavun’ kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçedir ve ‘burun’ kelimesinden çıkmadır. Burun, insanın önünde, çıkıntı yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır’da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihayet ‘Firavun’ olmuş... Üstad hakikaten uydurmacılık hastalığından kurtulamayarak Allah’ın rahmetine kavuştu.”
**********************************************************
Kitabında, Türk Dil Kurumu, Teknik Terimler Komisyonu danışmanı olan Nihad Sâmi Banarlı 1949 yılındaki Altıncı Kurultay’da vuku bulan ama zabıtlara geçmeyen bir hâdiseyi anlatır. Üyelerden yeni teknik terimlerin oluşturulmasına hâkim olacak olan prensipler hakkında bir soru gelir. Soruyu takiben meydana gelen sessizliği, Dilbilim ve Etimoloji Komisyonu’nun başkanı Saim Ali Dilemre bozar. Dil doktoru değil ama cana yakın bir tıp doktoru olarak, sessizliğe daha fazla dayanamamıştır. “Arkadaşlar, kemküm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktu; uyduruyorduk!”
Yabancı (Arapça, Farsça) kelimelerden kurtulmamız lâzım diye, o dönemde Güneş Dil Teorisi adına yapılanlara bir göz atalım:
Dil ve gramer ihtisası olmayan Yusuf Ziya Ortaç, ‘Afrodit’ kelimesinin aslını, Arapça ‘avrat’ (avret) kelimesinde bulmuştu. Yusuf Ziya’ya göre güya öztürkçe olan avrat kelimesinden birileri ‘Afrodit’ (Aphrodite) kelimesini türetmişti... Böylece Güneş Dil Teorimiz ispatlanmış oluyordu.
Anayasa profesörü Ali Fuad Başgil hatıralarında diyor ki: “Hiç unutmam, 1935 yazında bir gün, Ada vapurunda rahmetli Eskişehir Mebusu Yusuf Ziya Hoca ile buluştuk. Ankara’dan geldiğini ve beş yüz sayfalık bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dâir diye sordum. Arapçanın Türkçeden çıkma olduğuna dâirmiş. Bir de misal verdi: ‘Firavun’ kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçedir ve ‘burun’ kelimesinden çıkmadır. Burun, insanın önünde, çıkıntı yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır’da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihayet ‘Firavun’ olmuş... Üstad hakikaten uydurmacılık hastalığından kurtulamayarak Allah’ın rahmetine kavuştu.”
**********************************************************
UNUTULMAZ ANILAR
Fatih Rıfkı Atay ‘hüküm’ kelimesi için şunları anlatmaktadır: “Sağımda Naim Hâzim Hoca, solumda Yusuf Ziya oturuyordu. ‘Bunun karşılığı yoktur, koruyalım.’ dedim. İkisi birden ‘İmkânsız!’ dediler. Sağıma döndüm ve ‘Profesör, Arapçanın aslının Türkçe olduğunu siz söylüyorsunuz. Kur’ân’dan aldığımız her kelimenin aslen Türkçe olduğunu siz iddia ediyorsunuz.’ dedim. Sonra soluma döndüm. ‘Ve siz profesör, bütün dillerin Türkçeden türediğini ileri sürüyorsunuz. Fransızca ‘chambre’ kelimesinin oda kelimesinden türediğini göstermek için her yola başvurdunuz. Fakat iş hüküm gibi köy dilinin bile parçası olmuş bir kelimeye gelince ikiniz de ayak diriyorsunuz.’ Dağıldıktan sonra dostum Abdülkadir yanıma geldi ve şunları söyledi: ‘Ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri gibilerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumu’nun lehçesi!’ Dolmabahçe Sarayı’nın üst holünde: ‘Görüyorum ki, pek sıkılıyorsunuz.’ dedi. ‘Siz bana güçlük çektiğiniz kelimeleri söyleyiniz. Ben onlara Türkçe kökenler bulabilirim.’ dedi. ‘İşte hüküm kelimesi’ dedim. ‘Endişe etmeyiniz. Yarın ‘hüküm’ü Türkçe yapacağız.’ dedi. Ertesi gün bazı lehçelerde ‘ök’ün ‘akıl’ mânâsına geldiğine, bunun birtakım lehçelerde ‘uk’ şeklini aldığına dâir vesikalar getirdi. Ben kendim de Yakutçada ‘üm’ eki ile kelime yapılabildiğini keşfettim. Gerisi kolaydı: ‘ük’ artı ‘üm’ zamanla ‘hüküm’ olmuştu. Toplantı açılınca ben ‘Hüküm kelimesi Türkçedir.’ dedim ve öğrendiğim her şeyi aktardım. Bu, iki profesörü sessizliğe gark etti. ‘Uydurma’ demeyeyim de ‘yakıştırmacılık’ ilminin temelini atmıştık. O akşam komisyonun çalışmalarını Atatürk’e götürdüm. Bu yakıştırma ile böyle ehemmiyetli bir kelime kazanmaklığımızdan pek memnun kaldı. İstiyordu ki, Türkçede mümkün olduğu kadar çok kelime bırakalım, ancak bu kelimelerin Türkçe olduğunu da izah edelim.”
**********************************************************
**********************************************************
ELEKTRİK DE TÜRKÇE İMİŞ
Cumhuriyet Gazetesi’nin 31 Ocak 1936 tarihli sayısında “Elektrik Türkçe bir kelimedir!” diye bir manşet vardı. Çünkü Dilmen, Uygurca ‘yaltrık’ (ışıltı) kelimesiyle İngilizce ‘electric’ kelimesinin aynı kökten olduğunu söylemişti...
Cumhuriyet Gazetesi’nin 31 Ocak 1936 tarihli sayısında “Elektrik Türkçe bir kelimedir!” diye bir manşet vardı. Çünkü Dilmen, Uygurca ‘yaltrık’ (ışıltı) kelimesiyle İngilizce ‘electric’ kelimesinin aynı kökten olduğunu söylemişti...
MEŞRUTA NE DEMEK
Nurullah Ataç kendi kendine bir oyun kurmuştu. Bu oyun daha sonra Ömer Asım Aksoy tarafından Ataç’ın ölümünün onuncu yıldönümünde anlatılmıştır. Oyunun temel fikri, Arapça kökenli Osmanlıca kelimelere, bunların sessiz harflerinin, Arapça üç harfli köklerden geldiğini değil de daha bilindik Türkçe ve Batılı kelimelerden geldiğini farz ederek çeşitli mânâlar bulmaktı...
Aksoy diyor ki:
“Bir gün Ataç odama gelmi?, ‘Meşrûta ne demek?’ diye sormuştu. Ben ‘hükümet-i meşrûta’ ve ‘evkâf-ı meşrûta’ gibi örneklere göre açıklama yaparken o kıs kıs gülüyor;
‘Yorulmayın, bilemezsiniz’ diyordu. Bu sözlerini ciddiye aldığımı görünce hemen açıklamıştı:
‘Meşrûta, şort giymiş kadın, demek. Bu defa gülme sırası bana gelmişti. O zaman karşı karşıya oturup birçok kelimelerin bu şekilde mânâlarını bulmuştuk: ‘Tereddî’, radyo dinlemek; ‘tebennî’, banyo yapmak; ‘terakkî’, rakı içmek demekti. ‘Mezûn’ özen pastanesinde oturan kimseye denirdi. ‘Tekellüm’ün birkaç mânâsı vardı: kilim satın almak, kelem yani lahana yemek ve KLM uçağı ile uçmak.”
ziyadesiyle esber(süperin ismi tafzil babından sığası:))olmuş.
YanıtlaSil