Genç okurlarını tarihleriyle barıştıran Yavuz Bahdıroğlu Osmanlı'nın çocuk terbiyesinde kullandığı yönteme dikkat çekti...
Her sene çocukları bile etkilemeyen bir birinin benzeri nutuklar çekip, tutmadığımız, tutmayacağımız vaatlerde bulunuyoruz.
Ama çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiği konusunu hâlâ pek fazla düşünmüyoruz...
Bu konuda özgün örneklerimize bakmıyoruz.
Her sene çocukları bile etkilemeyen bir birinin benzeri nutuklar çekip, tutmadığımız, tutmayacağımız vaatlerde bulunuyoruz.
Ama çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiği konusunu hâlâ pek fazla düşünmüyoruz...
Bu konuda özgün örneklerimize bakmıyoruz.
Belki de bu yüzden Türkiye’nin insan kaynakları kurumuş vaziyette. Türkiye hemen hiçbir alanda “cevher insan” yetiştiremiyor...
Oysa geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısından da son derece zengindir...
Şu halde Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar yetiştirmiş
ceddimizin, çocuk eğitimi konusunda, bizimkinden farklı, ama daha iyi
metotları vardı...
Daha fazla vakit kaybetmeden bu metodolojinin kaynaklarına ulaşmamız ve güncelleyip çağa taşımamız gerekiyor.
Öncelikle şunu görmek gerekir ki, Osmanlı ailesi ve eğitimi, çocuklara müthiş bir özgüven veriyordu.
Batılı yazarlardan M. de Thevenot, biraz da yadırgayarak bu özgüveni dile getiriyor:
“...Türklerin kusurlarına gelince, son derece azametli, boylu-poslu
oldukları için, kendilerini bütün milletlerden üstün tutarlar ve
kendilerini yeryüzünün en cesur insanları sayarlar. Dünyayı kendileri
için yaratılmış sanırlar. Bundan dolayı da bütün diğer milletleri ve
özellikle kendi dinlerinden olmayan Hıristiyan ve Yahudi milletleri
toptan küçük görürler.”
Bu yaklaşım, Thevenot’un sandığı gibi “öteki”leri “küçük görmek” değildi elbet, kendini “olduğu gibi” görmekti.
Şimdiki dilde buna “özgüven” diyorlar.
Yani Osmanlı insanı dinine, milliyetine, milletine ve devletine inanıyor, bunlara inandığı için de kendine güveniyordu.
Yılmaz ve yıkılmaz olduğunu düşünüyordu.
Çocuklarını da bu öğreti ile yetiştiriyordu.
Sonuç olarak aile, mektep-muallim ve çevre el ele, Murad, Selim, Süleyman, Sinan gibi “cevher insan”a ulaşıyorlardı.
Bu gerçeği, Batı hayranlarını da etkilemek amacıyla, dilerseniz Avrupalı
gezginlerin, yazarların, diplomat ve araştırmacıların eserlerinden
aktaralım.
Mesela, “Türkiye Seyahatnâmesi”yle meşhur Du Loir'ın 1650'lerdeki ahlâkımız hakkındaki hükmü şu:
“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
Bugünkü “siyasi” ve “medeni” hayatımız için aynı şeyi söyleyebilir misiniz?
A. L. Castellan’dan bir tespit:
“Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi gösterirler.”
“Modernleşme-medenileşme” amacıyla “Avrupalılaşma” sendromunun aileden
dışlayıp yalnızlaştırdığı “dede” ve “nine”lerin boşluğu hiçbir şekilde
dolmuyor...
Çocuklarımız onların yoğun şefkat-sevgi sarmalında yumuşattıkları öğütlerinden ve deneyimlerinden mahrum büyüyor.
Eskiden böyle değilmişiz. Bunu bize Onyedinci Yüzyılda İngiltere’nin
İstanbul sefirliğinde bulunan Sir James Porter (ki tam bir İslâm ve Türk
düşmanıdır) söylüyor:
“Osmanlılarda çocukların analarıyla babalarına karşı besledikleri
hürmet, bilhassa şayan-ı takdirdir. İstanbul’da tabiatın yüzünü
kızartacak derecede çığırından çıkmış evlâtlar az görülür...”
Düşünüyorum da, bugün bir yabancı sefirin aynı tarz cümleler
kullanmasını pek imkân dâhilinde görmüyorum. Çünkü biz kendi kültür ve
medeniyet sisteminden koparılıp boşluğa fırlatılmış bir milletiz.
Sir James Porter’i dinlemeye devam edelim:
“Osmanlılarda anne-baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir
itaatle birlikte, evlâtlık vazifesiyle alâkadar olabilecek her şeye
karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür...”
Ne yazık ki, aile dışı bağlarımızdan sonra (komşuluk ilişkisi gibi) aile
içi “sarsılmaz bağlılığı” da çoktan kaybettik. “Kuvvetli anne-baba
sevgisini” ve “itaat duygusunu” gömdük. “Mürteci” derler korkusuyla
arkalarından bir Fatiha bile okuyamıyoruz.
Osmanlı toplumuna hayranlık duygularını dile getiren sadece Sir James
Porter değil elbet, pek çok Avrupalı gezgin böyle düşünüyor.
Bunlardan biri de meşhur Fransız yazarlardan Dr. A. Brayer’dir. “Neuf
anne'es a Constantinople” isimli eserinde Osmanlı toplumunun sevgi,
saygı ve dayanışma ruhundan, yardımseverliğinden, ikramından,
çocuklarına düşkünlüklerinden ve insanı minnettar bırakan
yardımseverliklerinden uzun uzun söz ettikten sonra işin özüne iniyor ve
bütün bu mükemmelliklerin kaynağını açıklıyor:
“Dinin mânen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket ediyorlar...”
Osmanlı toplumunda gözlemlediği iyilikleri, özellikle de aile-çocuk
ilişkilerini övüp kendi toplumuna bu konularda Osmanlıları örnek
gösterdikten sonra, olumlu davranışların temeline inen Fransız yazar Dr.
Brayer’in şu tespitiyle dünkü yazımızı noktalamıştık:
“Dinin mânen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket ediyorlar…”
Kimi aydınlarımızın bir türlü gelmek istemediği bu noktaya bir yabancı
gezginin üstelik 18. asırda gelmiş olması ilginç ve düşündürücüdür.
Brayer, Osmanlı toplumunu yücelten esrarı keşfetmiş ve çekinmeden kitabına geçirmiştir. Şöyle devam ediyor:
“O su bentlerini, yol boylarıyla gezinti yerlerinde rastlanan sayısız
çeşmelerle sebilleri, yolcuları barındırıp dinlendirmek ve yiyeceklerini
temin etmek için yapılan o hamamlı, çok odalı ve etrafları sıra sıra
dükkânlı hanları kuran da o ruhtur…”
“Hangi ruh” sorusuna, Dr. Brayer şu cevabı veriyor:
“Kur’ân’ın mü’minleri teshir eden (adeta esir alan) ruhu!..”
Dr. Brayer, Osmanlı’nın ruhu çalınmış torunlarını görse acaba şimdi neler söylerdi?
Brayer, eski aile hayatımıza da bakıyor:
“Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların
da iştirak ettiği ticarî muamele gaileleri (çalışan kadın sendromu),
hasılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı
şefkatlerini azalttığı halde; Osmanlı’nın aile hayatı, bilakis bütün bu
hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.”
Şerhe, izaha, yoruma gerek var mı?..
İşin özü ve özeti şu ki, Osmanlı ailesi çocuk yetiştirmek üzere kurumlaşmıştı…
Çünkü bir topluma verilebilecek en mükemmel armağan “iyi” bir çocuktur.
Ceddimiz dengelerini buna göre oturtmuş, buna göre kendini geliştirmiş, aileyi ve eğitim kurumlarını buna göre oluşturmuştu.
Şimdiki Avrupaî aile yapımızda ise anne de çalışıyor, baba da. Nineler
ve dedeler zaten aile dışına çıkarılmış. Bu durumda çocuklar ya sokağa
emanet, ya da (daha iyi bir ihtimalle) kreşlere…
Dr. Brayer, Osmanlı aile hayatına temas ederken, bilhassa yetişkin
çocukların anne-babaları ile birlikte oturmaktan derin bir haz
duyduklarını belirterek diyor ki:
“Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, (Osmanlı toplumunda) analarıyla
babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken
onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde…”
Ve, geçiyor kendi toplumunu (âdeta şimdiki yapımızı) tenkide:
“Başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çağına girer girmez
(ekonomik özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz) analarıyla babalarından
ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe
tartışmakta, hatta bazan kendileri refah içinde yaşadıkları halde
anne-babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara
karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar…”
Biz de Avrupalılaştık ya, şimdi aynı durumdayız… Aynı sıkıntıları, aynı
hasreti çekiyoruz… İşin tuhafı Avrupa aile kurumunu bozmanın faturasına
toplumun dayanamadığını görmüş ve aile kurumunu sağlamlaştırma
arayışlarına yönelmiştir…
Biz ise eloğlunun döndüğü yolda doludizgin ilerliyoruz.
A. Ubicini yazıyor:
“…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir
memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın
annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma
Osmanlı’da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü’nün,
çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun
adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması
veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin
şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi
görülecek şeydir.”
Bundan da anlaşılacağı gibi, Osmanlılar, hayatın tümünü çocuklarıyla
paylaşırlardı. Şimdi ancak zaman kırıntılarını paylaşabiliyoruz.
Ne yapmamız gerektiğini yine bir yabancı, Avusturya Başvekili Prens
Metternih, hemen hemen aynı tarihlerde, Tanzimat dönemi (1840’lı yıllar)
yöneticilerine yazdığı mektupta söylüyor:
“Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza âdet ve maişet
tarzınıza uymayan kanunları alıp iktibas etmeyiniz. Zira Garp kanunları,
hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların dayanağı bulunan usul ve
kaidelere asla benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Garp
medeniyetine esas olan şey, Hıristiyan kanunlarıdır… Siz Türk kalınız.
Lâkin mademki Türk kalacaksınız, İslâmiyet'e yapışınız…”
Başka söze ne hacet?
Yavuz Bahadıroğu
vakit
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Gmail hesabı olmayan arkadaşlarımız hemen alt kısımda 'Yorumlama biçimi' listesinden 'Adı/URL'yi seçerek sadece isimlerini yazarakta yorum yapabilirler.
::..Görüşleriniz bizim için değerlidir..::
::..Lütfen Düşüncelerinizi Yorum Olarak Belirtiniz..::